28 Aralık 2012 Cuma

Diş perisi bize de uğradı.... İlk kez...

Bir süredir alt orta dişimiz sallanıyordu... Daha doğrusu sallanmaya başlamadan evvel arkasından diş çıkmıştı... Sonra sallanmaya başladı ama ısrarla düşmedi.. Hatta sonra onun hemen yanındaki dişin de arkadan yenisi kafasını çıkarttı...


Biz geçen Cumartesiden beri çook hızlı bir Türkiye ziyareti yapıyoruz.. Günde 3 yere filan gidiyoruz.. Halimiz komik... Ama keyifli çok. Çarşamba günü de diş doktorumuza gittik.. Tolga Abiye giderken, başta taksici amcamız olmak üzere, herkes Defneye diş çekmenin ne kadar kolay ve Tolganın ne kadar iyi bir diş doktoru olduğundan bahsetti de durdu, hiç tanımasalar bile.. Maksat Defnemin içi rahat etsin, Defnem korkmasın...

 
Girdik Tolganın muayenehanesinden içeri.. Önce hemen gidip dişlerimizi bir kere daha fırçaladık, malum Tolga Abi kızmasın istiyruz... Sonra çam ağacına bakarken Tolga Abi geldi.. Sohbet başladı en koyusundan... Defne herkese olduğu gibi ona da dişini gösterdi.. Diş düştü düşecek ama bir nokta var ki sımsıkı tutuyor o minik dişi... Tolga ve Canan Abla Defneyi korkutmamak adına koltuğa bile oturtmadılar.. Muzlu güzel bir sprey sıktılar dişine ve konuşa konuşa, kendi dişini kendinisinin çekmesini sağladılar.. dediğim gibi zaten düştü düşecekti diş ama Tolga değil Defnem onu çıkartmış oldu... Hem de inanılmaz mutlu olarak... Üstelik bu cesaretin karşılığı olarak da bir diş saklama kutusu ve ufak tefek hediyeler kazandı.. Ondan mutlusu yok artık...


Isteee bu dişim sallanıyor...
 
 
 

 
Azıcık muzlu sprey....
Ve işte sonuç... İlk dişimiz kutuda...
 
 
 

14 Aralık 2012 Cuma

Bu aralar ne okuyoruz...

Bu aralar okuduğumuz kitaplar değişti tabii.. Türkçe kitaplardan çok İngilizcelere yöneldik haliyle... Hem satın alıyoruz hem de her hafta okul kütüphanesinden 3 farklı kitap geliyor.. Okuyup ertesi hafta teslim edip, yenilerini alıyor Defne.. Sınıfının bir uygulaması bu... Fakat kitapları İngilizce değil de Türkçe okumamı istiyor.. Ben de aynı fikirdeyim, zaten yeterince İngilizce duyuyor günlük hayatında, kitapları en azından Türkçe okuyayım...

Kitap okuma sürecimiz enteresan... Defneye her gece kitap okuyorum son 3 yıldır sanırım. Bazen babası bazen ben, bazen de Valia okurdu.. Ama hep okundu... Kuzey hep bunu görerek büyüyor, ablasının yaptığı herşeyi taklit etmeyi seviyor... Konu kitaplar olunca biraz enteresan... Her ikisini de yanıma alıp okumayı seviyorum, Kuzey parmağıyla resimleri gösterip gülüyor başlangıçta ama bir iki sayfa sonra, kitabi kapatıp elimden çekip, kitap dolabının içine koyup, dolabın önüne geçiyor ve 'ııı-ıhhh' diye kafasını iki yana sallayıp, kapağı açtırtmıyor :) Komik adam... Resmen 'okuma' diyor... Tabii sonra klasik bir kardeş kavgası... Sonuç anne Kuzey'i yatırıyor ve Defneye kitap okumaya devam ediyor... :)

İşte geçenlerde aldığımız yeni kitabımız... Seçim çoğu zaman olduğu gibi gene Defneye ait.. Biz çok sevdik... Belki de Afrikada yaşadığımız için bu tarz kitapları çok daha fazla seviyoruz, bilemiyorum :)

Tatlı telaşlardayız....

Yazmayalı iki ay olmuş... Jac gitti hayat bitti sanmayın, tam tersine en hızlı şekliyle herşey devam ediyor... Bekleyen birşey yok... İşte o yüzdendir ki yazamadım bunca zaman...

Okullar kapandı geçen hafta... Defnem, Kuzey'im karne aldılar... Ne karnesi demeyin, bu yaşta bile olsalar karneleri var.. hem de ne kadar detaylı bir bilseniz... Bir arkadaşım 'Herhalde Kuzey yazboz yapmadaki başarısı için not alıyor' demişti.. Evet aynen öyle... Yaptıkları herşey, bütün hocaları tarafından detaylı bir şekilde yazılmış ve değerlendirilmiş.. Sonuç: Bu sene sınıfı geçtik :)
Kuzey değil belki -henüz değil - ama Defnemin okul süreci çok önemliydi bu sene.. Zorluklarıyla, mutlulukla, bazen az da olsa gözyaşıyla bir dönem bitti.

Ocak ayında Defne 'Grade R' olacak... Yani ilkokul öncesi sınıf... Türkiyede olsa şimdi bu sınıfı okuyor olacaktı... Malum sebeplerden dolayı... Gittik formalarımızı aldık... Renkler pek fena ama ben siyah önlüğü bile onaylayan gruptanım, özellikle de bu seneki kıyafet sorunlarımızdan sonra... Çocuğu okula kıyafetle göndermek inanılmaz zor bir durum bence.. Hele de çocuk Defne gibi yerinde duramayan, düz duvara tırmanan, kumlarda yuvarlanan, su birikintilerinde zıplayan, elleriyle çamurda oynamaktan keyif alan bir çocuksa.. O yüzden siyah bence en iyi çözüm bence : ) Neyse formamız yeşil ve bordo kareli bir elbise, bir şort etek ve tshirtden oluşuyor... Çantamız bile okul .çantası.. beni şimdiden endişelendiren tek konu, okula hergün beslenme çantası hazırlıyor olacak olmam...

Tatil başladı... Sıcaklar yavaş yavaş kendini gösteriyor.. Bunalmaya yavaştan başlıyoruz... Haftaya Cumartesi Türkiye yolcusuyuz bu arada... Ailemi, arkadaşlarımı, evimi özledim çok... Ama yol da gözümde büyümüyor desem yalan olur... İki çocukla... Hele de buradaki sıcak güzel yaz günlerini bırakıp İstanbul ve Ankaraya soğuğa gitmek açıkçası gözümde büyüyor birazcık. Ama hem herkesi çok özledik, hem de Kuzeycik belki bir ufak operasyon olacak Ankarada... Bu yüzden yolcuyuz...

Bavullar henüz yapılmaya başlanmadı, ama hediyeler paketleniyor... Bir iki eksik dışında hazır gibiyiz..

Her yolculuk heyecan veriyor bana.. Hem ürkütüyor biraz hem de kavuşmanın mutluluğu insanı motive ediyor... Çok hızlı ve çok kısa bir tatil olacak bizim için... Bir görünüp kaçacağız gibi aslında...

16 Ekim 2012 Salı

Ve Jac gitti....

Enteresan bir kızım var benim... Aslında biraz da bana benziyor sanırım... güçlü ve duygularını çok belli etmiyor ama bana göre daha çabuk uyum sağlıyor, daha çabuk yürüyüp gidebiliyor... ya da belki daha henüz 5 yaşında olduğu içindir bilemiyorum...

Kolay değil, Moskovadan geldik, nerdeyse tek kelime ingilizcesi yoktu, arkadaşlarını, özellikle de Valiasını bıraktı ve geldi anne babasının peşinden Güney Afrika'ya.. Sesi çıkmadı, doğru dürüst sızlanmadı bile... Yazmıştım daha evvelden aslında en zor durum onunki diye, ama o adapte oldu, ingilizce konuşmaya başladı, arkadaşları oldu... takip edenler bilir, bir de aşık oldu ilk kez.. Jac'a.. Sarı saçlı mavi gözlü kıpır kıpır Güney Afrikalı çocuğa.. Bir elmanın iki yarısı dedi öğretmenleri, birbirlerini iyi yönde etkiliyor dediler... Defne'nin okula adapte olmasında Jac'ın katkısı çok dediler..

Tam herşey yolunda giderken, Jac'ler taşınmaya karar verdı, bazı ailesel problemlerden dolayı... Herkesi aldı bir telaş, başta da beni tabii... Çocukların haberi yoktu gidişattan ama öğretmenler bile sormaya başladı, ne olacak nasıl olacak bu ayrılık diye... Okulun 3. dönemi bitti, araya 1 haftalık bir tatil girdi.. Jac gitti... Okulun açılmasından 1-2 gün önce dayanamadım, annesinden öğrensin istedim... Söyleyiverdim Defneme Jac'ın başka okula gittiğini... Bana baktı ve 'ben de o zaman başka okula gideyim' dedi... Ona neden gidemeyeceğini basitce anlatmaya çalıştım.. Moskovadan ayrıldığımızda diğer arkadaşlarının birlikte okudukları kreşe devam ettiklerini söyledim...(Oysa ki ordaki en yakın arkadaşı Ulyana, 'Defnesiz o kreşe gitmem' deyip, günlerce ağladığı için anne babası kreşini değiştirmek zorunda kalmışlar... Söyliyemedim bunu tabii...) Başka birşey söylemedi.. Hepsi bu...

Tatil bitti, okul başladı... Öğretmeni ile sürekli konuşuyoruz, tüm gün gözlemliyor Defnemi... Hiç sorun yok, diğer arkadaşları ile oynuyor... Koşuyor, zıplıyor, derslerini takip ediyor, resim yapıyor... her zamanki Defne gibi... Enteresan.. Ama güzel... Bu onun Jac'a değer vermediğini göstermiyor, ama hayatına devam ettiğini gösteriyor... En çok da ben anlıyorum sanırım onu... Bana da duygusuz dendiği çok olmuştur ama bu duygusuzluk değil, bu kendi hayatını yaşayabilmesi ve ayakta güçlü bir şekilde durabilmesi için gerekli olan bir davranış şekli.. İçinde fırtınalar belki koptu belki hala kopuyor ama o hayatına kaldığı yerden devam ediyor.

Moskovadayken kreşdeki çok yakın arkadaşlarından biri 1.5 ay kadar kreşe gelmemişti. Kreşe geldiği ilk gün, Defnenin boynuna atılmış ve 'biz  gene en yakın arkadaşız değil mi' diye sormuştu... Defnenin verdiği cevap ise 'sen beni bırakıp gittin, benim artık başka en iyi arkadaşım var, ama istersen sen de bize katılabilirsin' olmuştu... 4 yaşında var veya yoktu o zaman... Duygusuzluk değil bu, güçlü olmak bence... Kendi yoluna gidebilmek... Bu şekilde olmasa nasıl sıfırdan hayatını kurup, yabancı bir memlekette bu kadar kısa bir zamanda kendi ayakları üzerinde bir kere bile sızlanmadan okula gidip, başarılı olup, bir sürü arkadaşı olabilirdi ki...

Jac gitti, 2 hafta bitti bile... Arada sırada ondan sevgi ile bahsediyoruz.. Defneye belki Jac'ı görme şansımızın olduğunu söyledim (yalan değil, hala Güney Afrika'da çünkü sadece başka şehirde ve o şehirde bizim görmeyi çok istediğimiz bir 'elephant reserve' var... )

Hayat devam ediyor... O da hayatına devam ediyor... Yeter ki sağlıklı olsun... Gerisi boş... Gerisi her zaman geride bırakılabiliyor... 


4 Ekim 2012 Perşembe

İyi ki doğdun bebeğim...

İki yıl... İki koca yıl nasıl geçti inanın ben de bilmiyorum...
İki sene önce bugün eşimle birlikte arabamıza atlayıp, Moskovadaki doğum yapacağım hastanenin yolunu tutmuştuk sabahın bir vaktinde... Erken gidip, hastane otoparkında doğum yapacağım binanın önünde arabanın içinde beklemeye başlamıştık... vakit geldiğinde elele tutuşup içeri girdik binadan...

Olayın geri kalan kısmının daha da romantik ilerleyeceğini sanmayın... Öncelikle kapıda duran enine boyuna iri teyze 'ameliyathane burası değil...' demez mi... Biz meğer bir gün önceki keşfimizde zaten yanlıs yeri keşfetmişiz.... Hadi donersin arabaya panik halde, hastanenin alanı çok büyük, taaa öbür taraftaki binaymış meğer... Neyse binaya gidilir, Turkiyedeki gibi önce odaya yerleş rahatla falan yok... Bir odaya alındım, ultrasonla kontrol edildim tüm eşyalarımı bir büyük çöp poşetine koydular ve beni bir sabahlık ile bekletmeye başladılar. Bu arada eşimin de kıyafetlerini almışlar aynı şekilde O da beni bekliyordu koridorda... Sonra gene gayet rahat elele bize gösterilen koridordan geçerek ameliyathanemin kapısının önündeki banka oturup saatin gelmesini bekledik...

vakit geldi... Eşim de doğuma girecek, doktorumla bu şekilde konuşmuşum,  anestezimi yapacak olan doktor İngilizce bilen bir doktor olacaktı, bu şekilde de anlaşmıştık. Bana yaklaşan doktor Rusca benimle sohbete başlayıp, bana benim anestezi doktorum olduğunu söyledi... Ingilizce biliyorsunuz değil mi diye sorunca, gayet sakin 'No English...' demez mi... tamam Ruscam var ama elbette ki İngilizce ile çok daha konforluyum... Derin derin nefes alıp bu da geçecek diyerekten beni eşimden ayırıp ameliyathaneye soktular. O da dışarda kendi sırasını bekliyordu. İlk doğumdan alışığız önce ben sonra eşim alınıyor.. Buraya kadar normal herşey...

İlk doğum olduğum için hemşireler, hastabakıcılar da benimle beraber yavaş yavaş teşrif ediyorlar ameliyathaneye... Makaslar, aletler benim yanında açılıyor, boy sırasına göre diziliyorlar... pek fena yani durum, bayılmak için ideal... Hala doktorum yok... O sırada anestezi doktoruma soruyorum, 'kocam ne zaman girecek?' diye... 'Kocanız sadece dışarda kalacak, içeri girmeyecek' demezmi... O anda kaynar sular döküldü başımdan aşağıya... Gideyim kalkayım gideyim burdan dedim... Olmadı...
Sonra herşey hızlıca başladı, doktorum geldi merhabalastık ve basladılar operasyona... O ana dair çok şey hatırlıyorum... En stres olduğum an da, doktorun yardımcılarına 'bebek çok büyük, sen kafasını sen kolunu al...' gibilerinden verdiği talimatlardı... Ve işte o anda dünyanın en güzel sesi duyuldu... Miniğim benim... Huysuzum, tombalağım, minnoşum... Herşeyim... O geldi dünyaya... 4 Ekim 2012, 08.40... 4 kg 54cm... Kuzey Mert Dirican...


Sol kulağının üzerine ters yatmıs olsa gerek ki kulak memesi havadaydı doğduğunda... Uzunca bir süre de öyle kaldı, sürekli indirdik masaj yaptık falan... Ancak düzeldi....

İyi ki doğdun miniğim.. İyi ki ailemize katıldın. Baban, ablan ve ben seni dört gözle bekliyorduk, iyi ki geldin...

Bugün 2 yaşındasın... Henüz pek konuşmuyorsun, Rusça mı, İngilizce mi yoksa Türkçe mi konuşacağını bilmediğinden olsa gerek... Ama anlıyorsun... Herşeyi anlıyorsun... Seni ne kadar çok sevdiğimizi, ne kadar üzerine titrediğimizi anlıyorsun...

İyi ki doğdun bebeğim... Daha nice nice güzel yıllara, sağlıkla, mutlulukla... Hep sevdiğin insanlar olsun yanında... Hep o güzel yüzün gülsün.. Hep sev ve hep sevil... Dünyanın en güzel şeyi bu... Seni sen olduğun için seven, seni hiçbirşeye değişmeyecek dostların olsun... Sağlığın yerinde olsun, onsuz hiçbirşey olmuyor ne yazık ki... Şansın bol olsun.. Sevdiğin bir işin ve çok sevdiğin seni çok seven bir eşin olsun... Evde huzurun olsun... En önemli şeylerden biri bu sanırım... Evdeki mutluluk...

İyi ki doğdun bebeğim... iyi ki doğdun, iyi ki bizim bebeğimiz oldun...

Seni çok ama çok seven annen - baban ve Defnen...





26 Ağustos 2012 Pazar

İlk Safari maceramız...

Mart sonundan beri Güney Afrıka Durbandayız. Durban içinde ve yakınlarında dolansak da, 2 hafta öncesine kadar hiç 'Big 5 - Game Reserve' deneyimimiz olmamıştı.
2 hafta önce uzun hafta sonunu fırsat bilip Hluhluwe taraflarına gitmeye karar verdik. Otelimizi ayırttık, turlarımızı reserve ettik, yol için bolya yiyecek içecek yanımıza aldık (malum çocuklarla araba yolculuğu demek, yemek içmek demek...) ve Cuma sabahı erkenden yola çıktık. Yolumuz 3 saat civarında sürecekti ama biz biraz yolu uzatıp gezmeyi tercih ettik.
Öğleden sonra otele vardık, eşyalarımızı bırakıp ilk turumuza çıktık... Nehir gezintisi... Malum çocuklar küçük olduğu için ancak bu tarzdaki sakin ve tehlikesiz turlara çıkabiliyorsunuz... Bu sakin gezinti bile 22 aylık ve 5 yasındaki iki çocukla bazen fazla adrenalinli bile olabiliyor... Nehir gezintisi güzeldi... Sakin ve sessizdi... Kuşları gördük, birkaç tane timsah ve bolca çalılık....
Ertesi sabah bu kısa tatilin en önemli turu vardı... Hluhluwe-Umfolozi Big 5 Game Reserve.... Big 5... Beş büyükler... Yani leopar, aslan, buffalo, fil ve gergedan.... Çocuklarımızın yaşları sebebiyle 4x4 lerle safariye çıkmamız mümkün değildi ne yazık ki, hayvanlar arabaları genelde hayvan gibi algılayıp uzak duruyorlarmış ama arabaların içinde küçük çocuk olduğunda, sesten veya el kol hareketinden, hayvan olmadığını algılayıp huysuzlaşabiliyor ya da av olarak algılayabiliyormuş ki her ikisi de epeyce sakıncalı olabilir... Bu yüzden 4x4 ler başka sefer deyip, kendi arabamızla parka giriş yaptık... Hluhluwe Parkı, 1895 yılında park haline getirilmiş, Afrikanın en eski 'Game Reserve'u... 86 farklı türün evsahipliğini yapıyor. Ayrıca 340 farklı kuş türünün de yuvası konumunda.
Çok ama çok keyifliydi... Çocuklar arkada hiç uyumadan ve hiç problem yaratmadan yaklaşık 6 saat kadar parkta vakit geçirdik.
Fil ile burun buruna geldiğimiz an... Hayvanlar arasında en tehlikelisi olarak nitelendiriliyor ve belirli bir mesafede durmamız söyleniyor... Ama sonuçta ortam doğal ortam... Mesafeyi tutturmak her zaman çok da kolay olmuyor...
Penceremden minik filin geçişi...



Yolumuzu kesen gergedanlar....


Yalnız kovboy


En güzel surat....
 Leopar ve aslan dışında bütün enteresan hayvanları gördük... Aslanı çok aradık ama ne yazık ki şansımız yokmuş... Ama sabahın 4unde yola çıkan 4x4 turunun da göremediğini öğrenince biraz olsun mutlu olduk... Leopara gelince... Zaten pek fazla gören olmamış... Belki gece turunda diyorlar...

İkinci günümüzü de  tamamlamış olduk... Son gğn ise otelden ayrılıp St. Lucia'ya gittik. Timsah ve Hipopotam turuna katılacaktık... Güneşli bir hava teknedeki 10. dakikamızda fırtınaya çevirince çocuklarla çok keyifli dakikalar geçirdiğimiz söyleyemeyeceğim ama gene de özellikle hipopotamları görmek çok keyifliydi.
Hipo ailesi... 1 erkek 16 dişi...
 

 Böylece 3 günlük gezimizin sonuna gelmiş olduk ve arabaya atlayıp dönüş yoluna geçtik.
Arkadakiler, aşağıdaki fotoğrafta de belli olduğu gibi, pilleri bitmiş durumdaydılar...
Dönüş yolunda....

9 Ağustos 2012 Perşembe

Afrika Kıtasında İlk Doğumgünü...


Aslında Afrika kıtasındaki değil, kızımın Türkiyede, Rusyada ve Güney Afrikada geçen 5 yıllık hayatındaki ilk doğumgünü partisi demek daha doğru olacak sanırım. Çünkü bugüne kadar Ağustos ayı her zaman yaz mevsimi olduğu ve tatile denk geldiği için okullar kapalı oluyor ve biz de orda burda oluyorduk. Hep aile içinde veya etrafımızda varsa bir iki arkadaşımızla kutladık. Arkadaşlar bizim kendi arkadaşlarımız bu arada, onun değil. :)

Bu sefer dedik ki, madem durum böyle, kızımızın ilk doğumgünü, yapalım bir parti... Burda bir de doğumgünleri pek bir özene bezene kutlanıyor... Yer bulduk, biraz uzak ama sevdiğimiz bir yer... davetiyeleri anne hazırladı, bilgisayardan çıkış aldı, tüm sınıfa ve diğer arkadaşlarımıza dağıtıldı, parti teması belirlendi –Hello Kitty-, pasta yaptırılacak yer bulundu, pasta hazırlatıldı, doğumgününe gelecek çocuklar için taaaa Türkiyeden getirilen jelibonlar, bisküviler, şekerler ve Datçadan alınan kızlara bilezik erkeklere de kolye tek tek paketlendi... (Burda böyle... Doğumgününe gelenlere şeker, çikolata ve ufak bir hediye veriyorsun torba içinde...)

Doğumgünü partisinden bir hafta evvel bildiniz gibi Defne hastalandı... hem de çok... Ama neyse ki doğumgününe kadar toparlandı... Partiyi iptal etmemiz gerekmedi..


Doğumgününe çok katılan olmadı açıkçası... Ama o, gelen arkadaşlarıyla eğlenmekten bunun hiç farkına bile varmadı.. Sadece Jac gelemediği için buruklaştı haberi duyduğunda ama parti de bir kere bile onun adını anmadı... İşte bu özelliğini çok seviyorum aslında, ne kadar sevse de bağlansa da bazı şeyleri geride bırakabiliyor ve katı olabiliyor bazı konularda... Tabii beni Jac’ın bu partiye gelmemesinden daha çok ilgilendiren daha doğrusu düşündüren konu, Eylül sonunda Jac’ın okuldan hatta şehirden ayrılacağı... Henüz Jac’ın da Defnenin de bu konudan haberi yok, ama Defnenin bunu atlatması biraz zor olacak gibi geliyor...Bakalim... Neyse bu olayı vakit yaklaştıkça yazıyor olacağım sanırım... İlk aşk ve ilk kalp kırıklığı...

Sağolsun burdaki diğer çocuklu arkadaşlarımız da bizi yanlız bırakmadılar ve büyük küçük demeden hepberaber Defnişimin doğumgününü kutladık... :)

Nice guzel yillara bebegim... Hep sansli, mutlu, saglikli ve sevdiklerinle beraber keyfini cikarta cikarta yasayabilecegin bir hayatin olur insallah... Seni cok ama cok seviyoruz....





Parti oncesi aile fotografimiz...





Hello Kitty'li dogumgunu masamiz...





Pastamiz
Siniftaki kankilerimiz... Lenathi ve Priyanka..


Mum ufleme oncesinde....




30 Temmuz 2012 Pazartesi

Gene hastalandık... Sırayla...

Sanırım kendi kendimize nazar değdiriyorum... Ne zaman 'neyse çocuklar epeydir gayet sağlıklı, hastalanmadılar' diyorummm, ertesi gün bir tanesi hastalanıyor.. Tabii evde iki tane minik olunca da biri hastalanınca diğerinin de canı çekiyor ve o da hastalanıyor... Ondan ona derken evde sürekli bir hastane koğuşunu andıran bir durum oluyor...
Bu sefer de böyle oldu... Daha 3-4 gün önce dedim ki'Türkiyeye gittik geldik, çocuklar kreşe başladılar.. aman ne güzel sanırım artık Afrika hastalıklarına da bağışıklıkları arttı, hastalanmıyorlar epeydir...' Demez olaydım...!!! Önce Kuzey hastalandı... zavallım ateşlendi Perşembe akşamüzeri, gece uyuyamadı hiç, sabah çok ateşliydi, soluğu Defne ile beraber doktorda aldım. Oğlanı sabah uyandıramadığım için dolayısıyla Defneyi de okula vaktinde götüremeyeceğim için hiç götürmedim.. Klasik gene kulak... Klasik gene antibiyotik... Defnede nerdeyse kulaktan hiç sorun yaşamazken, Kuzey sürekli kulağıyla ilgili sorun yaşıyor... Eve geldik bir sürü ilaç oldu masamızın üzerinde, Cumayı bu şekilde evde geçirdik.. Cumartesi sabah daha iyi kalktı Kuzey ama hala ateşli tabii, evde kaldık. Hatta Türkiyeden gelen bir arkadaşımızı davet ettik, biz çıkamıyoruz sen gel bize misali... Ne eğlenceli değil mi... Hele de bekar bir çocuk için 2 çocuklu bir eve Cumartesi oturmasına gitmek.... Neyse kırmadı çocukcağız ve sıkıntımıza ortak olmaya geldi :)
Cumartesi akşamüzeri herkes daha iyidi, yattık kalktık, Defne hasta... Pazar günü temiz hava alalım sahilde yürüyelim diye düşüyorduk, tabii hayal oldu... Defne üşüme nöbetlerinde ve çok ateşli. Başka birşey yok ama... Bu sefer de başka bir arkadaşımızı davet ettik, gene biz çıkamıyoruz, bizimle olsun diye... Neyseki bu arkadaşımız bize ve çocuklara daha alışkın kendisinin de bebeği var yeni doğan ve 2-3 güne annesi ile beraber Durban'a taşınıyor... Yani çocuktan sıkılmaya hakkı yok :) Oturduk, sohbet, Kuzey çok iyi, Defne kafasını kaldıramıyor. Pazar gecesi Defne çok kötüleşti ateşini zor kontrol altına aldık, sabahın köründe tabii soluğu doktorda aldım. Boğaz kötü durumda, gene bir sürü ilaç fakat en can alıcı nokta 'gözünüzü Defneden ayırmayın, Kuzeye de yaklaştırmayın, German Measles, Rubella olabilir'  demesiydi doktorun.... O anda çok anlamayıp kafamı sallasam da birkaç saniye sonra olayı kavradım... Nasıl yani...??? Bana göre kaşıntılı 'kırmızı hastalık' anlamına gelen bu hastalık isimlerinden çok hoşlanmasam da sanırım kabullenmem gerekiyordu... İlk aklıma gelen 'Ya Kuzey ne olacak???' ve arkasında da Defnenin 5 Ağustos Pazar günü yapacağı doğumgünü partisi oldu... Küçükken hatırlarım, neyi çok istesem sabırsıklıkla belesem, hasta olurdum... Kızım da böyle olsun İSTEMİYORUM.... Şuana kadar doğumgünü hep yaz tatiline denk geldiği için hep aile arasında kutlayabilmiştik ama tabii yarım küre değiştirince olaylar tersine döndü ve ilk defa Defne için burda sınıf arkadaşlarının katılabileceği bir parti organize ettik... İnanamıyorum...

Minik kızım şuan yanımda yatıyor, oğlan da yukarda yatıyor.. İkisi de birşey yemiyor içmiyor ve sadece yatıyorlar.. Oğlanı yarın kreşe yollayacağım, evden biraz uzaklaşsın diye... Alışık değilim kızımın bu şekilde saatlerdir yatışına...


Çarşamba günü tekrar doktora gideceğiz.. O zaman kadar kırmızı nokta arayışında olacağım sanırım... Umarım doktorumuz yanılır ve bu kırmızı hastalık bize uğramaz... Allah kimseye çaresiz hastalık vermesin aslında önemli olan o... Gerisi gelip geçiyor...



1 Temmuz 2012 Pazar

Bu aralar neler okuyoruz

İstanbul'a gelir gelmez yaptığımız ilk işlerden biri hemen yan sokağımızda bulunan 'İyi Cüceler' kitapevine gidip Defne için kitap seçmek oluyor... Bu sefer 2 kitap satın aldık ve uzun zamandır yazmadığım 'Bu aralar neler okuyoruz' başlığında bunlardan birini sizinle paylaşmak istiyorum...

Kitabımızın adı : Kütüphanedeki Aslan

Hikayenin sıcaklığı kadar resimleri de insanın içini ısıtıyor bence. Bir aslanın kütüphaneye gelmesiyle birlikte orada yaşananları anlatıyor hikayemiz. Kurallara uymamız gerektiğini bir yandan anlatırken diğer yandan da bazı özel durumlarda kuralların çiğnenebileceğinden bahsediliyor. Sıcacık sevgi dolu bir hikaye. Bugüne kadar hiç kütüphaneye gitmemiş olan Defne için 'kütüphane çok enteresan' bir yer. Durban'a döndüğümüzde, buraya gelmeden bir gün önce keşfettiğim çocuk kütüphanesine, götürmeye söz verdim ona. 'Aslan olacak mı' diye sordu elbette ki.. Aslan olmayabilir ama maymun göreceğimize eminim :)

                                              Kütüphanedeki Aslan
                                           Özgün Adı: Library Lion
                                          Yazan: Michelle Knudsen
                                          Resimleyen: Kevin Hawkes
                                          Çeviren: Ekin Gökovalı
                                                Yaş grubu: 4+
 

30 Haziran 2012 Cumartesi

Bir uçtan bir uca... Üstelik iki çocukla...

Tamam çocuklarla uçağa binmeye çok alışkınım, iki çocukla da tek başıma Moskova-İstanbul uçak yolculuğu yapmışlığım var. Ama söz konusu kıtalararası bir yolculuk olunca, işte orda önce bir durun ve düşünün lütfen... Sonra hazırsanız başlayın beni dinlemeye...

Durban'a geleli 3,5 ay kadar olmadı bile.. Normal şartlarda yolu göze alıp Türkiyeye gelmeyi pek düşünmeyebilirdim ama baktım ki 3 haftalık tatil var, üstelik burda mevsim kış eh bir de aile özlemi basmaya başladı, hadi dedik fırsat bu fırsat bir gidelim İstanbula... Ama tam da adını koyamadım çünkü gerçekten de 2 çocukla bu kadar uzun bir yolu yapmaya cesaret edemiyorum... Uzun araştırmalardan ve ikna çabalarından sonra bir başka tanıdığımı da İstanbula seyahate ikna ettim... Onunda bir oğlu var Defneden 1 yaş büyük, düşündüm ki Defne ve Kerem birlikte oyalanırlar bana da ufaklık kalır sadece...

Herkes soruyor bu arada 'heyecanlı mısın, nasıl geleceksin' diye... Benim cevabım hep aynı... Düşünmüyorum.. Çünkü düşünürsem, korkup vazgeçebilirim... Düşünmedim hem de hiç, taa ki yolculuk saatine kadar...

Eşlerimiz bizi Durban havalimanına getirdi,bavullarımızı teslim ettik, bilet kontrolü tamam ve vedalaşmanın ardından (bu arada ben de ve arkadaşımda birkaç damla gözyaşı aktı tabii... Eşler de moraller fena değil gibi...!!) biz kalakaldık mı tek başımıza... Neyse ilk uçuş kısa.. Durban * Johanesburg 1 saat sürüyor.. Kalkması inmesi bir uçağın..

Durban Havalanında herşey sakinken...
İlk uçağımız saat 14.00de... Tam da vaktinde kalktı gerçektende.. Ben Kuzey ile yanyana oturdum arkamızda da arkadaşım Defne ve Kerem oturdular. Eğer benim yerimde bir başka Türk olsaydı büyük ihtimalle Defneyi uçaktan atarlardı çünkü tüm yol boyunca beni arkadan ayaklarıyla tepti durdu... Bir söyle iki söyle.. Yok hep aynı... Çocuk benim olunca da tabii çok kızamıyorsunuz...

İlk uçuşumuz gayet güzel geçtikten sonra, birinci etabı atlatmanın verdiği mutluluk ve güç ile uçaktan inip dışhatlar terminaline doğru epeyce uzun bir yürüyüş yaptık... Bu yürüyüşün tam başında uyku saati epeyce geçen Kuzey uyuya kaldı ve pasaportu geçip yemek yiyeceğimiz yere ulaştığımızda gözlerini açıverdi... Ve ne olduysa o an itibariyle oldu.. Benim melek yüzlü çocuklarım bir anda canavara dönüştü... Nasıl bir enerjidir o... Kerem bir tarafa, annesi peşinde, Kuzey bir tarafa Defne tam ters istikamete doğru koşturmaya başladı... Eşyalar bir tarafta bu arada... Bebek arabası ayrı bir tarafta.. Hangi birine sahip olacağımızı şaşırdık.. Kuzeyi bebek arabasına oturtmak isterken ki gürültü ve bağrış çağrışlarımız sanırım termiinalde 'canavar Türk anne' algısına sebep olmuş olabilir... Sonuçta bakışlardan rahatsız olup Kuzeyi kendi haline bırakma kararı aldım - mecbur kaldım- Kesin kaybolacak bu çocuk diye peşinde koştururken, daha 20 dakika önce değiştirdiğim bebek bezinin nasıl olurda karnına kadar tüm tshirtünü ve pantalonunun tamamının ıslanmasına sebep olduğunu da anlamış değilim... Sırılsıklam.. Herşey... Hadiii git bakalım bebek bakım odasına.. Bu halledildikten sonra size belki de okurken çok zor gözükmeyen 3 saat gene bu şekilde bir koşuşturmaca ile geçer gider... Bu arada doktorumun tavsiyesi ile de uçuştan 1,5 saat önce her ikisine de uçakta uyusunlar diye antihistaminik bir şurup verdim... İyi ki vermişim...!!! 

İkinci uçağımız 18.40da kalktı... Şansımıza uçağa otobüs ile gitme gafletinde bulunduk!!! yani hakikaten zor... Otobüsten in, hiç yerinde durmayan 5 yaşına yakın bir kızı mı kontrol edicem, laptop çantamı ve her iki çocuğun eşyalarının bulunduğu kocaman çantayı mı idare edicem, yoksa 1,5 yaşındaki 18 kilo ağırlığında ve ablasına özenip hiç yerinde durmayan çocuğu bebek arabasından indirip, bebek arabasını kapatıp birine teslim etmeye mi çalışacağım... Bu çok zorlayıcı bir etap... Neyse o da hallolduktan sonra 'Defne beni bekle' çığlıkları arasında kucağımda Kuzey ile merdivenlerden çıkp uçağa varabildik... Uçak ağzına kadar dolu... Defne ve Kerem birlikte oturacağız dediği için müthiş mutluyum, oyalanacaklar diye... Ben, Kuzey ve arkadaşım yanyanayız, yanımızdaki dördüncü koltukda da en az 2 metre boyunca 150 kilo ağırlığında benim 'kesin Türk ama merhaba demekten aciz bir Türk' dediğim ama hosteslerle İngilizce konuşan esmer, kıllı bir adam var.. Halinden doğal olarak hiç de memnun gözükmüyor...

Neyse çok uzatmayacağım, sonuçta uçak vaktinde kalktı, fakat THYdki sorunlardan dolayı sanırım koskoca uçakta 6 tane host ve hostes görev yapıyor toplamda.. 18,40da kalkan uçakda 22.00 gibi ancak yemek servis edilebildi.. Ve benim her gece 10 dakika geç yatsalar, olay çıkartan miniklerim, 19da değil uyumak, esnemiyorlardı bile... Yemek dağıtıldı ve 23 gibi toplanıp en sonunda ışıklar kapatıldı... Ve son bir saatini korıdorda sürekli ağlayan kocamannnnn oğlunu hoplatarak ve etraftakileri göstererek ağlamamasına çalışan BEN, oğlanın ışıkların kapanmasıyla birlikte uykuya dalmasının ardından, kendinden geçercesine koltukta yığılmışım... Bu arada doğruyu söylemek gerekirse Defne ile nerdeyse hiç uğraşmadım bile.. Ona zaten bakmaya veya onu bunu yapma demeye halim yoktu, allahtan bu görevi arkadaşım üstlenmişti... Ve Kuzey uyuduğu sırada baktım ki kızım da ayağına hosteslerin verdiği yeşil çorabı giymiş, gözüne de göz bantını takmış koltukta uyuyakalmış...

Her zaman çalışan klimalara inat bu sefer uçak inanılmaz sıcaktı.. Öyle ki oğlan bu sıcaktan dolayı uyuduğu süre boyunca tam 4 biberon su içti ve yalanım yok, tam 5 kez de bez değiştirdim... Hostesler sürekli su istememden biraz rahatsız olmuş olacaklar ki 2. seferden sonra bana 3 küçük şişe suyu totan veriverdiler.. Bu arada ışıklar 23de söndü dedim ya, 03de de kahvaltı servisi için tüm ışıkları açıverdiler.. Uçak 5 giibi ineceği için sanırım ancak servis yapabiliriz modunda olan hostesler bize bu kısa uykuyu çok gördüler... Ve doğal olarak oğlan uyandı... 4 saatlik uykunun vermiş olduğu büyük mutlulukla!!!!! oraya buraya saldırmaya başladı... 2 saat süren mücadelenin sonunda, uçak indi... Biz kendimizi attık, doğruca pasaporta ordan da bavullara... 40 dakika süren bavul bekleme seansından sonra ilk gelen bavulların benim olduğunu görmek, pıyango çıkmış kadar mutlu etti diyebilirim...

Sonra taksiye biniş ve ave varış.. Anne şevkati.. Valianın olmasının verdiği mutluluk... Ve yastığa konulan kafa...

14 saatlik yolculuk bitti mi bitti... !! Dönüşe kadar rahatım.. En azından dönüşte eşimin de yanımda olacağını bilmek bana güç veriyor.. Ama gene de son güne kadar yolculuğu düşünmeme hakkımı kullanıyorum...:)

Bıkmadan yazımın sonuna kadar okuyabildiyseniz teşekkürler... :)

29 Mayıs 2012 Salı

İlk Aşk...

Sanırım biraz erken ama olan oldu... Yapacak birşey yok. Defnecik henüz 'aşk' kelimesinin anlamını bilmese de, neler olduğunu anlamasa da bizce 'aşık oldu'... Hem de Güney Afrikali bir sarı kafaya... Hem de diyorum çünkü yıllar önce annesinin de ilk aşkı bir sarı kafa idi.. Ama o zaman annesi ilkokul 3. veya 4. sınıftaydı...

Her neyse sarı kafamızın adı Jack... Jack hem sınıf arkadaşı Defnenin hem de adventure club arkadaşı. Bundan 1.5 ay kadar evvel, Defne okula ilk başladığı günlerde bu Jack ilk kez gündeme gelmişti. Ama diğer herkes gibi bahsedilyordu. Zaten Jack Defne ile hiç oynamıyordu, 'you are not my friend' diyordu genelde...!!!! Sonra bir gün okulun otoparkında Defne bir kızı işaret ederek bomba soruyu patlattı... 'Anne, Jack benimle oynamıyor. Hep bu kızla salıncağa biniyor. Kız da beni 'baby' diye çağırıyor. Ne yapacağım ben şimdi'  Sabah sabah beklenmedik bir soru.. Yani akşam akşam da olsa verebilecek düzgün bir cevap bulabilirmiydim emin değilim ama gene de ağzımdan ilk çıkan 'Tatlım, seninle oynamak istemeyenle sen de oynama. Boşver, başka arkadaşların var, onlarla salıncağa bin' oldu...

Daha sonraki günlerde Jack çok fazla gündeme gelmedi.. 2 hafta kadar evvel, Jack birden gene ev gündemine düştü.. 'Jack Jack' söyle yaptı 'Jack Jack' böyle yaptı, 'onunla şunu oynadık, bunu oynadık' demeye başladı... Yani artık oyun oynanmaya başlanmıştı... Sonra bir sabah okulda sınıf öğretmeni ile konuşurken konuyu Jack'e getirdi öğretmen...!! 'Artık tek taraflı değil' dedi, orda düşüp bayılacaktım... Yani öğretmen bile olayın farkında..  Sonraki günlerde Defne'anne Jack Jacki bize davet edebilir miyiz' demeye başladı. Bir sabah gene sınıfta öğretmenle konuşurken Jack geldi.. Defne onun yanında ingilizce 'anne Jack Jack bize gelebilir mi' dedi.. Cevabım 'tabii canım, annesi izin verirse gelebilir' oldu.. Öğretmen de beni çok taktir eden bir ses tonuyla 'bu yaşlarda çocuklar birbirlerini eve davet ederler. Merak etmeyin, aynı sizin dediğiniz gibi söylemek de fayda var, sonra unuturlar zaten' diye konuya açıklık getirdi...

Bundan sonraki sabahlarda, bizi sınıfın kapısında  'deffneeeeeeeeeeeeeeee' diye bağırarak, zıplayan, hoplayan bir sarı kafa karşıladı...

Bir sonraki olay, Defnenin Pazar akşamını Jack için hediye paketi yapmakla geçirmesiydi. Bulduğu bir sürü ıvır zıvır minik şeyleri topladı, selobantla üzerlerini bantlayarak, banttan bir top yaptı. Üzerine de Moskovadaki kreşinde şiir okuma yarışmalarında kazandığı 1.lik madalyalarından (Plastik) birini koyup onu da bağlamasıyla işlem tamamlandı... Ve Pazartesi sabahı kosturarak Jack'e götürüp verdi... Jack madalyayı bütün gün boynunda taşımış öğretmenin dediğine göre.. Ama ertesi sabah Jack'in annesi madalyayı öğretmen aracılığıyla bize iade etti... Kıymetli bir şey olduğunu düşündüğü içinmis...

Bugünkü son olayımız ise, Jack sürekli Defneyi onlara davet ettiği için annesi öğretmenden telefonumuzu istemiş... Bizi davet etmek için...

Durum bu şimdilik... Bu yaşlarda bu olaylar anlatılıp ve gülünen hikayeler olsa da, yaş biraz daha ilerleyince, bunları bu kadar rahat anlatıp, herkese 'Kızımızz aşık olduuu, hem de sarı kafa bir Güney Afrikalıya' diyebilecek miyiz bakalım... 

24 Nisan 2012 Salı

Üç şehir arasındaki binbeşyüz farkı bulun.... :)

Yazmam lazım, yazacağım, yazamadım derkennnn gerçekten de bunca zaman yazmamışım onu farkettim... O yüzden şimdi hemen yazıyorum...

İşte gördüklerim, şaşırdıklarım, sevdiklerimle Durban...

  • Öncelikle insanlar genel olarak çok nazik... Şaşırmamak elde değil. Yolda yürürken sırf çocuğun var diye sana gülümseyenler, çocukları sevenler, birbirlerine selam verenler ve hatta ve hatta 'günaydın' - 'nasılsınız' gibi medeni kelimeler kullananlar var... Hatta diyebilirim ki çoğunluk böyle... Moskovadan sonra bir kültür şokundayız diyebilirim... Benzinciye gidiyorsunuz, arabadan inmiyorsunuz bile, pompacı geliyor 'iyi günler bayan. Nasılsınız? size nasıl yardımcı olabilirim?' gibi bir cümle sarfediyor... Şok tabi bizim için.. Hatta sonra kredi kartı ile ödiyeceğinizi söyleyince heemen pos makinasını getiriyor. Ve tüm işlem bittikten sonra size güzel bir gün ve iyi yolculuklar diliyerek sizi uğurluyor... pes... Bu kadar da olmaz... Moskovada 6 sene yaşayan bizler için bu akıl almaz bir durum...

  • Hava genel olarak çok güzel. Gerçi daha sonbaharın ilk ayındayız, çok da anladığımı söyliyemem. Ama şunu söyliyebilirim, burası boşuna sörf cenneti değil... Rüzgar çok... Fakat anlamadığım bir şey var.. Son 6 yılda -35 derecelerde bile dışarı çıkmış olan ben, burdaki 18 derecelik havada üşüyorum... Sanırım henüz vücudum bu iklime alışamadı... Tabii bir de şu var ki, evlerde kalorifer yok ve evlerin içi soğuk olabiliyoor... Yorganı burnuma kadar çektiğimi söylemeliyim... Moskovadan neden kalorifer getiriyorsun diye dalga geçen arkadaşlarıma duyrulur, her yerde elektrikli kaloriferler satılıyor... Evlerin içi kışım gerçekten de serin. tamam kışın en düşük 8-10 derece oluyormuş ama bu demek oluyor ki evin içi de yaklaşık bu ısıda oluyor... Yatın bakalım kalorfersiz...

  • Trafik... Bence inanılmaz keyifli araba kullanmak burada.. bana göre trafik sıkışıklığı diye bir durum yok. Her ne kadar insanlar iş saatlerinde sıkışık trafikten yakınsalar da, ben bunun ne derece bir sıkışıklık olduğunu bilemiyorum... Sanırım burdakiler İstanbulda veya Moskovada hiç araba kullanmadılar...

  • Trafik demişken... Bize öğretilen 'önce sola sonra sağa sonra tekrar sola' adımlarını takip edersek, ezilme ihtimalimiz çok yüksek... Burda tam tersi lazım çünkü trafik soldan işliyor burada... itiraf etmeliyim... Benim gibi bir araba kurdu için bile ilk başta alışmak çok zor oldu... Ama alışılmayacak birşey değilmiş.. Alıştık... Kullanıyoruz...

  • Gene trafikle ilgili bir konu... Araba kullanırken kendimi lunaparkda giibi hissediyorum çünkü yollar 'rotary' lerle dolu... Yani 'göbek'lerle dolu... Sürekli bir göbek var.. Bir sokağa sapmayı atlarsam hiç stres olmuyor insan.. Nasılsa ilerde bir göbek vardır döner gelirim diyoorsunuz.. Ama olay komik bence.. Düz git anında yavaşla. Sağdan gelen arabaya bak, yoksa hemen gazla çıkışını yap, sol sokaktan gelen seni beklemek zorunda. ya düz ya da ikinci veya üçüncü çıkış için dön dur.. Anlatması zor ama arabadayken bana çok eğlenceli geliyor...

  • Hayat çok erken başlıyor ve çok erken bitiyor... Sabah 6da ayaktayız.. Ailece..  İş yerleri genelde 7de başlıyor. Okullar 8de başlıyor. Kreşler de aynı şekilde. İşler genelde 16.30 da bitiyor. Okullar 17de.. Moskovada gece yarılarına kadar oturan ben (ki gene sabah 6da kalkıyordum.. Bilemedin 6.30d) saat 21 oldu mu 'ooooo geç olmuş' diyorum veya diyemiyorum çünkğ çoktan koltukda uyuklamaya başlamış oluyorum...

  • Çocuklar çıplak ayaklarla her tarafta... Her yerde böyleler... İnanılmaz.. Defne okula gdiyor ve ayakkabısını çıkartıyor... Akşam alana kadar bu şekilde dolaşıyor... Kimseyi kınamamak gerekiyor bunu bir kere daha anladım... Daha önceleri ayakları, ayaktırnakları siyah olan çocukların annelerine kızardım 'yahu hiç mi yıkamıyorsun bu çocuğu diye...' Kızmamak lazımmış.. Yıkamaz olur muyum??? Hem de her okul sonrası küvete atıyorum, resmen keseliyorum.. O ayaklardaki siyahları çıkartmak için nasıl keseliyorum anlatamam... Ama çokmıyor bunlar :( Tüm gün sokak çocukları gibi yalınayak gezinince, kumlarda oynayınca, oraya buraya maymun gibi tırmanınca bu parmaklar, tırnaklar da temizlenmez tabii... Var mı acaba bir önerisi olan bu konuda ???

  • Normalde araba alırken, opsiyonel olarak size ne verebilirler.. metalik renk olabilir...  belki müzik sisteminde bir extralar olabilir veya ne bilim cantlarda belki bir şey olur... Bilemiyorum... Burda ne öneriyorlar biliyor musunuz? Darbe geldiğinde kırılmayan cam, araba çalındığında ya da kaçırıldığında bulunsun diye gps ile takip sistemi, lastik patlatılırsa 30 km daha giidebilmesini sağlayan bir sistem.... Çok hoş değil mi???

  • Moskovadaki rüküşlükten sonra burada kılık kıyafet çok rahat... Genelde insanlar parmak arası terlikler ve şortlarla dolaşıyor... Sanki tatil yerinde gibisin...

  • Hintliler çok zengin bu arada... Genelde en şaşalı arabalrın veya evlerin sahipleri Hintliler.. Eğer Hintli değillerse o zaman zenciler... Genelde en mütevazi ve gösterişten uzak yaşayanlar beyazlar...

  • Her yerde kredi kartı geçiyor.. Nerdeyse tuvalet parası bile kredi kartı ile ödenebilir durumda...

  • Radyo istasyonları inanılmaz kötü... Moskovadaki ve Türkiyedeki radyo programlarından sonra burada cd yoksa eğer arabada radyoyu hiç açma bence... Sürekli bir konuşma modundalar... Müzik çaldığında da Hint müziği olma ihtimali yüzde 80-90....

  • Hımmm.... Süper balık var... Kocaman karidesler var... Kocaman derken gerçekten kocamannnn...

  •  Buranın kış mevsimini öve öve bitiremiyorlar... Göreceğiz...

Şimdilik aklıma gelenler bunlar... Offf neyse bu sefer oturdum, yazdım ve şimdi de yayımlıyorum....

16 Nisan 2012 Pazartesi

Kuzey'in ilk mürüveti.... :)

Çok zor çok... İnsan zaten ilk çocuğunu ne kadar zorluklarla büyüttüğünü unutmasa, mümkün değil ikinci çocuğunu doğurmaz...

Bugün önemli bir bir adım attık... Daha doğrusu Kuzey attı, biz de kendimize pay biçtik... Oğlush kreşe başladı... Sadece yarım gün tabii... Ama yarım gün bile olsa, çok büyük bir olay...

Burda hayat erken başlıyor.. İş, kreş herşey erkenden başlıyor, erken bitiyor.. Kreşlerde ve okullarda saat 8 de kapılar kapanıyor.. Çocuklar saat 6.30 gibi uyandırılıyor... Minnacıklar bile.. Bizim minnacığımız da... Gerçi kreşe götürmesem de, Defneyi götürdüğüm için mecburen Kuzeyi de uyandırıp arabaya atıyordum... Şimdi hiç değilse uyanmasının gerçek bir amacı oldu...

Defnenin kreşine gitmiyor. Ona çok daha küçük bir kreş seçtik. Bir Montessori kreşi. Müdürü tam deli dolu bir İtalyan.. Yanında üzeri çiçekli minik bir beslenme çantası taşıyor... Çocuklarla yemek vaktinde yerde oturup beslenme çantasını açıp getirdiklerini yiyor.. Çocuk görerek öğrenir diyor...

Sabah önce Defneyi bıraktım, ordan da Kuzeyin kreşine geldim... Dün gece doğru dürüst uyuyamadım heyecandan, itiraf etmem gerek... Bırakma faslı pek zor olmadı, çünkü Kuzey zaten etrafdaki herşeye şapşal gözlerle bakarken, beni yollayıverdiler...

Aradan 45 dakika geçti. Telefonuma bir mesaj geldi... Okulun müdürü Nicky, Kuzeyin fotoğrafını çekip yollamıs... Miniğim oturmuş ablalarından birinin yanında birşeylerle meşgul oluyor...

 Daha sonra bir telefon gene Nicky'den... 'Herşey yolunda, hamurla oynuyor. Mutlu merak etme ' diyor... Hem mutlu oluyor insan hem de birkaç damla gözyaşı akıveriyor...

Saat 12de açılıyor kreşin kapıları. Daha evvel alamıyorsun böyle bir kural var. Ben tabii geç kalmamak adına erken gidiyorum... Arabamı park edip bekliyorum. Normalde hep öndeki alanlarında oynuyorlar ama bugün diğer gruptan bir çocuğun doğumgünü olduğu için diğerlerini arka bahçeye almışlar, önde doğumgünü kutlansın diye. Benimki orda.. Kenarda bir oyun evinin içine girmiş, panjurları açıp açıp kapatıyor... Diğerleri öğretmenleriyle dans ediyorlar ama bizimki pek ilgilenmiyor bu dans faslıyla. Sonra evden çıkıyor etrafda dolanıyor, ablalarından biri de onun peşinde... Çok yakın takipde değil ama arkasında... Sonra tekrar eve giriyor, kafasını camdan çıkartıyor ve o anda gözgöze geliyoruz.. Kafayı biraz daha çıkartıyor ve oyuncak evden çıkıp demir parmaklıkların önüne gelip beni işaret edip ağlamaya başlıyor... Ahh nasıl bir andır o.. Anında arabadan çıkıp gidersin kapının oraya tabii... Neyse demir kapı bizim için açılır ve anne oğul kucaklaşır... Ağlama biter... Yani gözümle görmesem 10 dakika orda, zannedeceğim ki hep ağladı.. Sanırım çocukların kaprisleri hep böyle oluyor.. Anne baba onları görürken nazlan nazlanabildiğin kadar...

Biraz evvel Nicky bir mail atmış Kuzey ile ilgili.. İlk gün yorumları... Aynen yapıştırıyorum


Hi Ece,

Yes, Sam and Dani told me Kuzey saw you so you had to leave.  I think he had a very good first day, he was very easy to distract and keep happy.  He liked doing the Montessori activities, he really enjoyed playing outside.  He liked watching the other children and  he showed lots of idependence.  Once or twice he looked around (for you?) but as soon as we saw that we gave him hugs and distracted him.  He did not eat much but he did drink his milk, which is OK.

So a very good first day.   I am looking forward to tomorrow

See you then



Bakalım... En zor gün ikinci gün derler... nereye gittiğini bilecek ve annesinin onu orda bırakacağını da bilecek... Ama eninde sonunda annesinin onu tekrardan geri alacağını da öğrenecek... :)

26 Mart 2012 Pazartesi

En zor iş minik kızımızın aslında...

En zor iş aslında benim minik kızımın... Ona kızıyoruz bazen, büyüdün sen bunları bunları yapmamalısın diyoruz ama o daha çok küçük aslında.. Şu kocaman dünyada 4,5 yıllık deneyimi var...  Ondan sürekli mum gibi olmasını, kendisinden sonra gelen ve şu dönemde çok da sempatik olan ve herkesin gönlünü kazanan bir o kadar da kendi işlerini yapamadığı için hepimizin yardım ettiği kardeşine hem iyi davranmasını, ona yol göstermesini, ve de daha önemlisi önceden Defneye ait olan o kocaman zamanın büyük bir kısmını alarak anne babayı kendine çeken kardeşini çokk sevmesini istiyoruz... Tüm bunlar yetmezmiş gibi, onu alıştığı bildiği yerlerden, arkadaşlarından, sevdiklerinden kopartıp bambaşka bir yere getiriyoruz, dilini bilmediği, anlamadığı bir ortama sokuyoruz ve burda mutlu olmasını, tüm yeni kurallara hemencecik uymasını bekliyoruz...

Ne kadar çok şey bekliyoruz aslında dünyada sadece 4,5 yıllık tecrübesi olan minik bir kızdan... Koskoca insanları değil kıta değiştirmeye bazen yan sokaktaki eve taşınmaya ikna edemezken, 'çocuktur nasılsa adapte olur' diye düşünerek ne kadar da kolaya kaçıyoruz... Kendimizi kandırıp, üzerimizden kocaman bir yük atıyoruz aslında...

Biz 4 kişilik bir aileyiz.. Kıta değiştirdik, hepimiz yeni bir yere alışma telaşındayız. Babamız yeni işine adapte olmaya çalışıyor, ben yeni bir hayat kurmaya ve ailenin düzeninin en kısa zamanda sağlanmasına çalışıyorum, 18 aylık oğlanın zaten birşeyden henüz pek haberi yok, sütü olsun, yemeği olsun şimdilik yetiyor ona... Ama en zor iş kızımın... Yaşadığı hiçbir zorluğu bize çaktırmayan o küçük kızımın... Gelir gelmez kreşe başladı. Herkes ingilizce konuşuyor ve onun ingilizcesi 10-15 kelimeyi geçmiyor ve üstüne üstlük konuşmayı çok seven bir kız. Ama konuşamıyor, derdini anlatamıyor ve anladığımız kadarıyla da sınıftaki diğerleri tarafından çok da 'welcome' edilmemiş durumda. Ama bir günden bir güne 'anne kreşe gitmiycem' demedi.. Bir günden bir güne 'anne ben yapamıyorum' demedi, ağlamadı, eteklerime yapışmadı 'beni bırakma' diye... Tersine düzenli gidiyor kreşine ve adapte olmaya çalışıyor bu hiç bilmediği yepyeni ortamına. Zorlukları, kırgınlıklarını içine atıyor arada sırada 'anne o çocuk baba kötü bakıyor ve beni oynatmıyor' dediğinde veya 'anne henüz ben bilmiyorum ama öğreneceğim değil mi?' dediğinde aslında içinde kopanları anlayabiliyorsunuz.. Ya da haftasonları oyun parkına gittiğimizde her zaman, her gittiği ortamda hemen çocuklarla kaynaşan, onları yöneten ve bol bol konuşan kızımı, bir kenarda oynayayı tercih ettiğinde anlıyorsunuz, konuşamadığı için, bir kenarda kalmayı belki de kendisinin tercih ettiğini ama 'neden onlarla oynamıyorsun ' sorusuna yatınının genelde 'oynuyorum, arkadaşım şimdi başka bir şey yapıyor ama beraber biz bunu bunu yapacağız sonra' diyerek kendini her koşulda güçlü göstermek istediğini...

En zor iş senin birtanem...

Birçok büyük insanın bile yapmaya korktuğu şeyi yapıyorsun sen.

18 Mart 2012 Pazar

Afrika Afrika duy sesimizi.... :)

Durban'a taşınalı tam 10 gün oldu... 10 gündür başka bir kıtada, çoğunluğun zenci ve Hintli olduğu bir yerde yaşıyoruz. Gideceğimizi ilk söylediğimde,
- Neyse canım dikkat edersiniz
- Çok kalmazsınız herhalde
gibi bir sürü yorum duyduğum yerdeyiz...

10 gündür herşey çok güzel :) Hava çok güzel, şehir çok güzel, insanlar çok sıcak ve güleryüzlü, çocuklar özgür, şehirde bir telaş sürekli bir koşturmaca yok... Daha ne olsun???

Defne ve Kuzey acaba siyah insanları görünce ne yapacaklar diye çok düşündüm. Hele de Moskovadan gelen 2 çocuk için birden bire siyah insanlar bir ürkütücü olabilirdi... Ama olmadı... Çocuk onlar, neyi görseler kabulleniyorlar aslında, yeterki yanlarında güvendikleri anne babaları olsun... defneye göre onlar 'çikolata insan' ve çok komikler... Onlara öyle hitap etmek istiyor ama annesi ısrarla çikolatanın ingilizce karşılığını söylemediği için ne yazık ki onlara bu şekilde hitap edemiyor... :) Kuzey ise herkese gülücükler saçmakla meşgul. Hayır o gülücük saçıyor olan bana olacak diye korkuyorum... Elin 2 metre zenci adamlarına alıçveriş merkezinde, kumsalda, yolda öpücükler gönderip el sallayan, gel gel işaretleri yapan bir oğlum var... :)

Geldiğimizden beri yaşadığımız en büyük gelişme Defnenin kreşe başlaması oldu... Benim aklımı kurcalayan en büyük soru işareti buydu çünkü defnenin Rusçası ve Türkçesi var ama İngilizcesi 2-3 cümleyi ve 10 kelimeyi aşmıyor.. nasıl yapacak acaba kendini dışlanmış hissedecek mi diye çok düşünüyordum... Ama öyle olmadı... Küçük kızım her zamanki gibi kendini gösterdi ve sevdirdi... Kaynaştı hemen. Hergün eve geldiğinde yeni kelimeler öğrenmiş oluyor.. Çok mutlu geliyor eve...  Üstü başı kir içinde, saç baş dağılmış, ayaklar çıplak... İnanılmaz mutlu oluyorum... O kadar özgür o kadar doğa ile başbaşa ki...

İki haftasonu geçirdik şimdilik burada. İlk haftasonu Ushaka'daki Kids World'e gittikçç burası Afrikanın en büyük açık eğlence parkı... Sadece kids kısmını gezebildik, çocuklar daha doğrusu defne kitlendi oraya çünkü... En sevdiği yer ise özgürce koşturduğu ve ıslandığı su fıskiyelerinin olduğu yer oldu... :)


 

Bu haftasonu ise, Safari parkına gidip Game Drive yaptık... Çocuklarla çok güzel bir gün geçirdik. Çocukla olur mu olmaz mı derken, oldu da bitti valla, hem de herkes çok eğlendi... Safari kısmında, öyle çok vahşi hayvan yoktu tabii, ama dere tepe düz gittik, Kuzey benim kucağımda Defne babasıyla benim ortamda jipin üzerinde 1 saat geçirdik :) Hatta Kuzey uyuya kaldı kucağımda öyle söyliyeyim size.. Ama zannetmeyin ki sakin bir yolculuktu... Değil di... Dik yokuşları engebeleri görmeniz gerekiyordu... Ama o doğal manzara inanılmazdı... O ne yeşillik, o ne bitki örtüsü... Muhteşem.. Zebralar, zürafalar, timsahlar hepsi yakınımızdaydılar :)

Afrika Afrika duy sesimizi... :)

5 Mart 2012 Pazartesi

18 Şubat 2006 - 18 Şubat 2012

Döndük... İstanbuldayız.. 6 senemi yaşadığım, iki çocuk sahibi olduğum Moskovadan ayrıldım.
Zor mu ?? Çok... Hem de çok zor..
Ne hissediyorum?? Henüz algılamadım, sanki haftaya uçağa bindiğimizde Moskovaya uçacağız.. Kaldığımız yerden devam edeceğiz. Ama öyle değil.
Mutsuz muyum? Değilim... Yeni bir heyecana yelken açtığımızdan dolayı olsa gerek... Yeni beklentiler, yeni heyecanlar, yeni umutlar var çünkü önümüzde. İçim buruk ama mutluluk dolu. Elim boş ayrılmadım Moskovadan. O kadar güzel anılarım var ki.. O kadar güzel insanlarla tanıştım ki.. O kadar çok sevdim ve sevildim ki.. O yüzden ellerim dolu, yüreğim dolu, anılarım binlerce...

Her ayrılık bir başlangıçmış. Önemli olan sürekli başlangıçlar yapabilmek, anıları ve sevilenleri unutmadan.

İyi ki vardın Moskova, iyi ki hayatımda 6 koca senemi paylaştım seninle.

Bekle bizi Durban, Güney Afrika... Umarım sen de en az Moskova kadar güzel ağırlarsın bizi...

30 Ocak 2012 Pazartesi

Toplanıyor muyuz, dağılıyor muyuz anlamadım...!!

Ve başladık toparlanmaya... Daha çok var demeyin, ancak... Kolay değil iki çocuklu bir ev toparlanıyor.. Nasıl toparlanmaysa bu... Sanki her geçen gün ev daha çok dağılıyor gibi geliyor bana...

Daha gitmemize 2-3 hafta var ama malum şirketle taşınacağız, bir işleyiş bir süre var... Listelerin kolilerin hazırlanması gerek... Şuan 18 koli yapılmış durumda.. Son iki koli de açık, şuan kullandıklarımızı koymamız için bizi bekliyorlar...

Evin durumunu şöyle anlatayım... Umarım yaptığımız detaylı koli listelerini kontrol etmezler çünkü ne kadarı tutacak hiç bilmiyorum... ben koliye koyuyorum, Defne içine birşey atıyor, Kuzey içinden birşey çıkartıyor, Defne kolinin üzerine 'koli güzel gözüksün' diye süsler yapıştırıyor, Kuzey bu süsleri ağzına sokmaya çalışırken yırtıyor, hadiii kıyamet kopuyor... Anne de koli yapmaya ve doğru bir liste oluşturmaya çalışıyor..

İşte evdeki durumu özetleyen fotoğraflar :

Yani kılık kıyafet çok korkunç ama napalım ev hali... Malum taşınıyoruz....:)

Turist Ömer iş başında...

Ceeeee eeeee....!!!!

17 Ocak 2012 Salı

Gene yol göründü...

Gene bir telaş hep bir telaş... Bizim hayatımız sanırım bu.. Sevmiyor muyum??? Seviyorum ama bakalım ilerde çocuklar sevebilecek mi yoksa ‘bizi ordan oraya sürüklediniz’ diye sitemde mi bulunacaklar...

Anladığınız üzere gene bir yerdennnn başka bir yere gidiyoruz.. Bir uçtan diğer bir uca da diyebiliriz.. Moskova’dan Güney Afrika Durban’a yolculuk... Sıcaktan soğuğa.. Bir kıtadan diğerine...

Seviyoruz biz bir ora bir buraya gitmeyi.. Dedim ya çocuklar henüz küçük birşey demiyorlar..

Defnemin konuyla ilgili soruları

- ‘orda çikolata var mı?’

- Bu oyuncağımı da götürebilir miyim? (Eğer anneden gelen cevap olumsuz ise Defne’nin yanıtı ‘amaaa o benimmm ennnn sevdiğiiiiimmm oyuncağım. Ben şimdi onsuz nasıl uyuyacağım???’) –Ahh gaddar anne ahhhh...!!!

- Önce taksi sonra uçak sonra gene mi taksi yapacağız? Anneannedeki gibi?? (Ahh zavallım bir bilse burdan giderken 3 uçak değiştireceğimizi bir günde...!!!)

Kuzeycik tabii olaylardan bihaber... Sürekli gülüyor.. Henüz daha yeni yeni yapmaya başladığımız eşya toparlama operasyonu onun için bir numaralı oyun durumunda... biz koyuyoruz o çıkartıyor... neyse daha bir ay zamanımız var en azından, istediğini çıkartıp koyabilir şimdilik..

İşte böyle... Daha burdayız.. Evimizdeyiz... Babamızı uğurlamak üzereyiz...

Beklemedeyiz J