16 Ekim 2012 Salı

Ve Jac gitti....

Enteresan bir kızım var benim... Aslında biraz da bana benziyor sanırım... güçlü ve duygularını çok belli etmiyor ama bana göre daha çabuk uyum sağlıyor, daha çabuk yürüyüp gidebiliyor... ya da belki daha henüz 5 yaşında olduğu içindir bilemiyorum...

Kolay değil, Moskovadan geldik, nerdeyse tek kelime ingilizcesi yoktu, arkadaşlarını, özellikle de Valiasını bıraktı ve geldi anne babasının peşinden Güney Afrika'ya.. Sesi çıkmadı, doğru dürüst sızlanmadı bile... Yazmıştım daha evvelden aslında en zor durum onunki diye, ama o adapte oldu, ingilizce konuşmaya başladı, arkadaşları oldu... takip edenler bilir, bir de aşık oldu ilk kez.. Jac'a.. Sarı saçlı mavi gözlü kıpır kıpır Güney Afrikalı çocuğa.. Bir elmanın iki yarısı dedi öğretmenleri, birbirlerini iyi yönde etkiliyor dediler... Defne'nin okula adapte olmasında Jac'ın katkısı çok dediler..

Tam herşey yolunda giderken, Jac'ler taşınmaya karar verdı, bazı ailesel problemlerden dolayı... Herkesi aldı bir telaş, başta da beni tabii... Çocukların haberi yoktu gidişattan ama öğretmenler bile sormaya başladı, ne olacak nasıl olacak bu ayrılık diye... Okulun 3. dönemi bitti, araya 1 haftalık bir tatil girdi.. Jac gitti... Okulun açılmasından 1-2 gün önce dayanamadım, annesinden öğrensin istedim... Söyleyiverdim Defneme Jac'ın başka okula gittiğini... Bana baktı ve 'ben de o zaman başka okula gideyim' dedi... Ona neden gidemeyeceğini basitce anlatmaya çalıştım.. Moskovadan ayrıldığımızda diğer arkadaşlarının birlikte okudukları kreşe devam ettiklerini söyledim...(Oysa ki ordaki en yakın arkadaşı Ulyana, 'Defnesiz o kreşe gitmem' deyip, günlerce ağladığı için anne babası kreşini değiştirmek zorunda kalmışlar... Söyliyemedim bunu tabii...) Başka birşey söylemedi.. Hepsi bu...

Tatil bitti, okul başladı... Öğretmeni ile sürekli konuşuyoruz, tüm gün gözlemliyor Defnemi... Hiç sorun yok, diğer arkadaşları ile oynuyor... Koşuyor, zıplıyor, derslerini takip ediyor, resim yapıyor... her zamanki Defne gibi... Enteresan.. Ama güzel... Bu onun Jac'a değer vermediğini göstermiyor, ama hayatına devam ettiğini gösteriyor... En çok da ben anlıyorum sanırım onu... Bana da duygusuz dendiği çok olmuştur ama bu duygusuzluk değil, bu kendi hayatını yaşayabilmesi ve ayakta güçlü bir şekilde durabilmesi için gerekli olan bir davranış şekli.. İçinde fırtınalar belki koptu belki hala kopuyor ama o hayatına kaldığı yerden devam ediyor.

Moskovadayken kreşdeki çok yakın arkadaşlarından biri 1.5 ay kadar kreşe gelmemişti. Kreşe geldiği ilk gün, Defnenin boynuna atılmış ve 'biz  gene en yakın arkadaşız değil mi' diye sormuştu... Defnenin verdiği cevap ise 'sen beni bırakıp gittin, benim artık başka en iyi arkadaşım var, ama istersen sen de bize katılabilirsin' olmuştu... 4 yaşında var veya yoktu o zaman... Duygusuzluk değil bu, güçlü olmak bence... Kendi yoluna gidebilmek... Bu şekilde olmasa nasıl sıfırdan hayatını kurup, yabancı bir memlekette bu kadar kısa bir zamanda kendi ayakları üzerinde bir kere bile sızlanmadan okula gidip, başarılı olup, bir sürü arkadaşı olabilirdi ki...

Jac gitti, 2 hafta bitti bile... Arada sırada ondan sevgi ile bahsediyoruz.. Defneye belki Jac'ı görme şansımızın olduğunu söyledim (yalan değil, hala Güney Afrika'da çünkü sadece başka şehirde ve o şehirde bizim görmeyi çok istediğimiz bir 'elephant reserve' var... )

Hayat devam ediyor... O da hayatına devam ediyor... Yeter ki sağlıklı olsun... Gerisi boş... Gerisi her zaman geride bırakılabiliyor... 


4 Ekim 2012 Perşembe

İyi ki doğdun bebeğim...

İki yıl... İki koca yıl nasıl geçti inanın ben de bilmiyorum...
İki sene önce bugün eşimle birlikte arabamıza atlayıp, Moskovadaki doğum yapacağım hastanenin yolunu tutmuştuk sabahın bir vaktinde... Erken gidip, hastane otoparkında doğum yapacağım binanın önünde arabanın içinde beklemeye başlamıştık... vakit geldiğinde elele tutuşup içeri girdik binadan...

Olayın geri kalan kısmının daha da romantik ilerleyeceğini sanmayın... Öncelikle kapıda duran enine boyuna iri teyze 'ameliyathane burası değil...' demez mi... Biz meğer bir gün önceki keşfimizde zaten yanlıs yeri keşfetmişiz.... Hadi donersin arabaya panik halde, hastanenin alanı çok büyük, taaa öbür taraftaki binaymış meğer... Neyse binaya gidilir, Turkiyedeki gibi önce odaya yerleş rahatla falan yok... Bir odaya alındım, ultrasonla kontrol edildim tüm eşyalarımı bir büyük çöp poşetine koydular ve beni bir sabahlık ile bekletmeye başladılar. Bu arada eşimin de kıyafetlerini almışlar aynı şekilde O da beni bekliyordu koridorda... Sonra gene gayet rahat elele bize gösterilen koridordan geçerek ameliyathanemin kapısının önündeki banka oturup saatin gelmesini bekledik...

vakit geldi... Eşim de doğuma girecek, doktorumla bu şekilde konuşmuşum,  anestezimi yapacak olan doktor İngilizce bilen bir doktor olacaktı, bu şekilde de anlaşmıştık. Bana yaklaşan doktor Rusca benimle sohbete başlayıp, bana benim anestezi doktorum olduğunu söyledi... Ingilizce biliyorsunuz değil mi diye sorunca, gayet sakin 'No English...' demez mi... tamam Ruscam var ama elbette ki İngilizce ile çok daha konforluyum... Derin derin nefes alıp bu da geçecek diyerekten beni eşimden ayırıp ameliyathaneye soktular. O da dışarda kendi sırasını bekliyordu. İlk doğumdan alışığız önce ben sonra eşim alınıyor.. Buraya kadar normal herşey...

İlk doğum olduğum için hemşireler, hastabakıcılar da benimle beraber yavaş yavaş teşrif ediyorlar ameliyathaneye... Makaslar, aletler benim yanında açılıyor, boy sırasına göre diziliyorlar... pek fena yani durum, bayılmak için ideal... Hala doktorum yok... O sırada anestezi doktoruma soruyorum, 'kocam ne zaman girecek?' diye... 'Kocanız sadece dışarda kalacak, içeri girmeyecek' demezmi... O anda kaynar sular döküldü başımdan aşağıya... Gideyim kalkayım gideyim burdan dedim... Olmadı...
Sonra herşey hızlıca başladı, doktorum geldi merhabalastık ve basladılar operasyona... O ana dair çok şey hatırlıyorum... En stres olduğum an da, doktorun yardımcılarına 'bebek çok büyük, sen kafasını sen kolunu al...' gibilerinden verdiği talimatlardı... Ve işte o anda dünyanın en güzel sesi duyuldu... Miniğim benim... Huysuzum, tombalağım, minnoşum... Herşeyim... O geldi dünyaya... 4 Ekim 2012, 08.40... 4 kg 54cm... Kuzey Mert Dirican...


Sol kulağının üzerine ters yatmıs olsa gerek ki kulak memesi havadaydı doğduğunda... Uzunca bir süre de öyle kaldı, sürekli indirdik masaj yaptık falan... Ancak düzeldi....

İyi ki doğdun miniğim.. İyi ki ailemize katıldın. Baban, ablan ve ben seni dört gözle bekliyorduk, iyi ki geldin...

Bugün 2 yaşındasın... Henüz pek konuşmuyorsun, Rusça mı, İngilizce mi yoksa Türkçe mi konuşacağını bilmediğinden olsa gerek... Ama anlıyorsun... Herşeyi anlıyorsun... Seni ne kadar çok sevdiğimizi, ne kadar üzerine titrediğimizi anlıyorsun...

İyi ki doğdun bebeğim... Daha nice nice güzel yıllara, sağlıkla, mutlulukla... Hep sevdiğin insanlar olsun yanında... Hep o güzel yüzün gülsün.. Hep sev ve hep sevil... Dünyanın en güzel şeyi bu... Seni sen olduğun için seven, seni hiçbirşeye değişmeyecek dostların olsun... Sağlığın yerinde olsun, onsuz hiçbirşey olmuyor ne yazık ki... Şansın bol olsun.. Sevdiğin bir işin ve çok sevdiğin seni çok seven bir eşin olsun... Evde huzurun olsun... En önemli şeylerden biri bu sanırım... Evdeki mutluluk...

İyi ki doğdun bebeğim... iyi ki doğdun, iyi ki bizim bebeğimiz oldun...

Seni çok ama çok seven annen - baban ve Defnen...